için 250km’lik Palermo yolunu sabah 5’te uyanıp gideceğiz.
Sabah 6’ya doğru yol açıktık ve ilk 1 saati karanlıkta gittik, aslında çok da öyle değil çünkü yolun yarısı tünel ve çok güzel aydınlatılmış. Adanın kuzey sahili tepelik olduğundan iki tepe arasına viyadük, yüksek bir tepe ile karşılaşınca da tünel yapmışlar. Sonuçta rampası olmayan bir yolla Palermo’ya ulaştık, vites bile değiştirmedik onca yolda desem abartmış olmam. Zamanında vardık neyse ki, çünkü bir dahaki feribot 4 gün sonra, mevsimin cilveleri bunlar. Neyse ki yola çıkmadan önce feribotları baya araştırmıştık. Tek olumsuz şey de feribot gündüz. Yolculuk boyunca ilk ve tek gün kaybımız bu. Bu arada kaptan

sorun çıkardı, vizemiz yok diye. Anlatıyoruz Tunus Türkiye’den vize istemiyor diye, aslında kendisi de pek emin değil, neyse tüm sorumluluğu bize yükledi, biz de seve seve yüklendik. 20:30’da başkent Tunis’e yanaştık, işlemler çok hızlı bitti, tüm araçları aradılar bizi aramadılar, şehre indik. Çay içmek istedim ama buranın çayı naneli ve bende tuz ruhu etkisi yarattı, şekerle demliyorlar ama ne şeker! 2/3ünü boşalttırıp su eklettim yine de zor içtim. 8 gün boyunca çok sevdiğim çayı içemeyeceğim zorlu günler başlamıştı!
Sabah motorları tarihi Fransız kapısının arkasındaki meydanda polislere bırakıp çarşıyagirdik.Tahtakale tarzı işportalardan açıkta satılan yiyeceklere

kadar herşey var. Öğlen deniz ürünlü makarna yedik. İnternet kafe’de çok yavaş çalışan bağlantıyla boğuştuk. Bu arada Tunus televizyonu benimle ropörtaj yaptı. Aynen bizim muhabirlerlerin sorduğu sorular, Tunus nasıl, beğendiniz mi vs. Artık tanınıyoruz da yani burada...Öğleden sonra Hammamet’e yola çıktık. 70km sonra beyaz kumdan upuzun bir sahil ve denize hücum. Burası Tunus’un turizm merkezi. Karışık taze meyve kokteylini keşfettiğim yer, ne yazık ki her yerde bulamadım buradan sonra. Yemek yerine de geçiyor, insanı resmen doyuruyor.
Sabah kaleyi gezdik ve Sousse’a doğru yola çıktık. Çarşısını gezip karpostallarda görüp şok

olduğumuz Colleseum benzeri yapıyı görmeye El Jem’e gittik. Ovanın ortasında kilometrelerce öteden görülebilen bir yapı. Ben dikkat etmemiştim, Veyselin işaretiyle farkettim, heyecanlandım. Her zamanki taktiğimizi uyguladık ve yapının tam karşısındaki restoranda yemek yiyip motorları ve eşyaları emanet edip içeri girdik. Roma yapısı muhteşem bir arena. Dönüşte Roma’ya uğrayamama (Colloseum) ihtimalini düşünerek gezdim burayı, her ne kadar aynı şey olmasa da. El jem’de başka birşey yok, buradan Sfax’a geçtik. Tunus’un 2. Büyük şehri ama şehirler çok cazip değil bizim için. Çok zaman harcamadan Gabes’e sürdük. Gece inince de kötü bir yemek yiyip-yiyemeyip kurduk çadırımızı.
Sfax’den sonra tarım azaldı, yeşillik de, araba sayısı da. Kötü akşam yemeğinden sonra kahvaltı bile etmeden yola çıktık. Gabes’e girerken motor bir virajda

aniden çırpmaya başladı, yolda ıslaklık var eyvah dedim, yağ. Birkaç kontra ve motorla boğuşmadan sonra düşmeden durabildim. Eğilip baktım, lastik janttan çıkmış. Çivi. Neyse ki yakında bir tamirci varmış. Hemen lastiği söktüm, çocukların da eli çabukmuş hemen yamadılar valla. 10:30’da Matmata’ya doğru yola çıktık. 40km. Burada Star Wars 1 filminin seti var, otobüslerle turist getiriyorlar, turizme dökmüşler işi. Tunuslular yabancılarla Fransızca konuşuyorlar, sömürge olmanın mirası olarak. Yol tabelaları bile Arapça-Fransızca. Arapçayı aralarında konuşuyorlar. Bu arada Douz’daki kampta 2 gün kalabilmek için Tatouine’e gidişi iptal ettik. Douz’a doğru olan 96km’lik yolda çok bariz olarak kademe kademe çöle geçtik. Bu yolda neredeyse araba bile görmedik, gördüklerimiz

de 4x4 jiplerdi. Veysel’in Tunus’tan aldığı Lonely Planet rehberine göre Douz’da bir overlander camping var. Hemen kampa gittik. Tamamen çöl sürüşü için modifiye edilmiş motorlar, 4x4’ler ve bir de Tata ralli kamyonu. Tüm motorlar depo takviyeli. Çölde en gerekli şey benzin, diğerler modifiyeler daha sonra geliyor. KTM 660 rallye’den 91 model Hondalara, 25lt depolu KTM 525’lere kadar her tip motor var. Ortalıkta da yaşı 40’ın altında olmayan Alman, Avusturyalı ve İsviçreliler. Hemen çadırları kurup motorları boşalttık. “çöl nerede” dedik, “2km sonra” dediler. Giyinip kamptan çıktık, kum tepelerine 300m kala Veysel’in zinciri koptu! Yine şanslıyız, yakında çöle ATV turları yapan bir yer var, bakla eklediler zincire. 1 saat sonra tekrar hazırız.

Tören için yapılmış bir tribünün sonuna geldik ve işte uçsuz bucaksız Sahara, dünyanın en büyük çölü.
Tepelere çıkıp inmeye başladık tatlı tatlı. 10dk içinde sucuk gibi olduk, hızlandık da bu arada. Kum tepelerinin arasında birbirimizi kaybettik. Bazı tepelerin inişi çok sert, resmen başaşağı iniyorsun. Kumda motora binmek müthiş bişey, kaskların içinden bağıra bağıra biniyoruz, deli gibi koşturuyoruz oradan oraya, Kum o kadar ince ki. Bir Berberi geldi devesiyle, bindim resim çektik birlikte. Az sonra Veysel de geldi, bıraktım onları. Meğer benden sonra deve Veyselin motorunu devirip üzerine oturmuş, huysuz bişeydi zaten. Neyse ki kum her yer, yoksa yamulturdu motoru valla “deve”. Buradaki Berberi ve Tuaregler paranın tadını

almışlar, karizmaları azalmış. Yeterli modifiyelerden sonra çölün içlerine gidecek hale gelirsek günün birinde, sanırım saf Tuareglerle karşılaşabiliriz. Tepelerin arasında kayarak bindik, bu arada kasabayı ve evlerini gözden kaybetmeden biniyoruz. İnsan öyle bir kaptırıyor ki kendini, biraz uzaklaşırsan
kaybolmak işten bile değil. Ufuk çizgisine bakınca bunu daha iyi anlıyorsun, dümdüz, biraz da ürkütücü. Bu arada önümden koşarak bir deve geçti, 2 dk sonra da 12-13 yaşında bir çocuk nefes nefese, “mösyö” diyor ve işaretlerle kaçan devesini yakalamak için yardım istiyor. Bindirdim arkaya, başladık deve önde biz arkada kovalamaya. Ayıptır söylemesi yakaladık tabi! Hava karardı da döndük kampa, yoksa hiç niyetimiz yoktu.

Sıcak bir duş harika, çok yorulduk ama ağzımız kulaklarımızda. Yemek için bir lokantaya girdik bir de ne görelim, lokanta sahibinin Meoni, Despres, Sainct, Roma, Sala, De Gavardo, Schlesser gibi Dakar yıldızlarıyla çekilmiş imzalı resimleri. Tunus rallisi buradan geçiyor. Öğrendiğimize göre Tozeur’da başlayıp Jerba
adasında bitiyormuş. Ama öyle bir köy lokantasında o resimleri görmek çok tatlı bir sürprizdi. Bu arada internet Sahara’ya kadar gelmiş, test ettik. Yarın da burdayız, yaşasın!
Sabah çamaşırları yıkadık ve kuzey Afrika’nın en büyük tuz gölünde Chott Jerid’de motora binmek için y

ola çıktık. Dün heyecandan unuttuk, baktık ki çok az benzinimiz kalmış. Yolda bir köye girip benzin sorduk, bakkalda var dediler. Bakkal dedikleri de sadece bir kapı, adam içeriden sanayi tüpüne benzer bişey çıkardı, üzerinde hazne var içinde benzin görünüyor. Veysel aldı tabi karbüratörlü motoru, ben istemedim kalacaksam injeksiyon arızasından değil, benzin bittiği için kalayım diye. Yolda iki
oasise girdik, haritada işaretli bir yer daha vardı güneyde, benzin yüzünden gidemedik. Kebili’de benzinci olduğunu duymuştuk, doğruymuş, Total var. Başlarım şimdi Fransa’yı protestoya deyip fulledim depoyu. Tunus’ta 1 lt. benzin 1 dinar, yani 1YTL. Benim depo 17YTLye doluyor. Bu arada, özellikle İtalya’da benzin kalitesi yüksek. Benim depoyla Türkiye’de 400km giderken İtalya’da 470km gittim, iki kere

kazık yani...Neyse, hemen tuz gölüne koştuk, zeminin hemen altı ıslak ve kaygan, hatta Veysel bir yerde kayıp düştü, tuzlandı, eğlendik burda da. Yolda her iki taraf da hurma tarlalarıyla dolu. Douz’a varınca hemen çöle daldık yine. Sucuk olana ve hava kararana kadar bindik, sonra hemen duşa. Yemekte felsefe yaptık biraz, sonra politikaya daldık, bir ara baya tartışmaya başladık ama çölde kavga edip ayrılmamak için kısa kestik, ben gösteririm ona dönünce...
Sabah çadırları toplayıp motorları yükledik, 118km ötedeki Tozeur’a doğru yola çıktık. Yolun tamamı tuz gölünden geçiyor, göl mevsimden dolayı kuru. Star Wars 1’in bazı bölümleri yine burada çekilmiş. Göl uçsuz bucaksız, seraplar görülüyor, resim çekiyorum. Tozeur turistik. Fiyat sorarsanız sorun yok. Sormadıklarınızı yüklüyorlar valla. Turizmi öğrenmişler, turizm

buysa tabi. Burada da çok güzel bir kamp var, daha tenha. Çocuklar ralliden dolayı motorlara alışıklar, biz geçerken bağırıp motorlara koşuyorlar. Lonely Planet’e öre Tozeur’da yaklaşık 200.000 hurma ağacı var
ama yerlilere sorarsanız iki katını söylüyorlarmış. Bazılarının sonu görünmüyor gerçekten de. 80km sonra Gafsa’yı geçtik. Kasserine’e doğru giderken hava karardı. Feriana adlı bir köyde bilardo masası bulduk, Veysel’i uluslarası platformda da yendim! Yemekten sonra köy dışında çadırımızı kurduk. Bu arada ben kararsızım, Roma’ya gidersem direk Ancona’ya mı geçsem, yoksa Roma’yı yakıp birlikte Sicilya turuyla Etna’yı mı görsek? Veysel hala adalardan Türkiye’ye geçmek istiyor, ben İpsala’dan girmeye kararlıyım, herşey olabilir. Çölün tadı damağımızda...

Çay içememek sindirim ve sinir sistemimi zorluyor ama herkes öyle mutlu ki kolayca unutuyorum. Tunus’ta yemek konusunda zorluklar yaşadık, biraz da çölde zaman
geçirmenin etkisiyle tabi. Ama asla “of ne güzeldi” dediğimiz bir yemek yemedik. O gün de ton balıklı sandviçlerden atıştırıp 138km’lik El Kef yoluna devam ettik. Yolda yağmur başladı, bir köy kahvesine oturduk. Tüm gün yağacağını anlayınca giyinip devam ettik. El Kef’te eski bir Türk camii, hamam ve kale var, bekçinin rehberliğiyle gezdik. Tüm gün
Cezayir’e 20-30km uzaklıkta, dağ manzaraları eşliğinde yol aldık. El Kef’ten sonra 70km uzaklıktaki antik Roma şehri Dougga’ya vardık yağmur altında. Hava kararmadan Unesco tarafından dünya mirası

olarak tanınan şehri gezdik ve hemen yakındaki birkaç haneli köyün başındaki restoranda yemek yedik. Bahçeye çadır kurduk ama biraz sonra polis geldi. Manasız bir şekilde bizi 200m uzağa göndermek istediler, neden dedik direndik ama burda olmaz diyorlar başka birşey demiyorlar. Az sonra restoran sahibi geldi ve 20dk kadar hararetli biçimde polislerle konuştu ve sonuçta polisler jiplerine binip döndüler. Kasklarımızı emanet ettiğimiz köylülere bahşiş vermediğimizi için ihbar edilmiş olabiliriz. Saati sorsan para isteyebilirler burada, şaşırmıyoruz artık. Bu arada bu köye dog-ha deseler daha iyi olur, çünkü köpekler sabaha kadar havladılar.
Tunis 110km, yollar kuzeye doğru güzelleşiyor, iki tarafta kaktüs tarlaları. Agave’lardan aloe vera

yağı çıkarıldığını biliyorum, belki bunun tarımını yapıyorlar çünkü oldukça sistemli biçimde hazırlanmış kaktüs tarlaları var. Tunis’te antik Carthage (Kartaca) ve mavi kepenkli beyaz evleriyle ünlü Sidi bou Said’i gezdik. Bu semtte aynı zamandaCumhurbaşkanı oturuyor, konsolosluklar ve bazı resmi daireler de burada. Yolları, evleri, kafe ve restoranlar, herşey çok farklı burada. Bilet almaya gittiğimizde kötü bir sürprizle karşılaştık, bugün feribot yok, iki gün sonra. Hadi internetteki bilgileri güncellemiyorlar gişedekileri ne yapmak lazım? Palermo’daki memur bize Salı demişti. Umutsuzca başka birfirma aradık ve ertesi gün için bir feribot (Ustica) bulduk. Bu arada, Malta’ya da gitmeyi düşünüyorduk ama bir kez daha mevsimin kurbanı olduk, Tunus’tan Malta’ya kışın feribot yok. O akşam üniversiteli gençlerle tanıştık,

ertesi gün de gezdirdiler bizi, hesap bile ödetmediler bize. Bilet alırken feribot firmasından bir görevli bana yardım etmek istedi ama latin alfabesini beceremiyor, forma adımı yazması 2 dk aldı, ben de aldım kendim doldurdum, yine de para istemeyi ihmal etmedi, kızdım vermedim tabi, bir de ofise şikayet ettim. Akşam feribota binmek üzere limana geldik, biri geldi, görevli sandık, doldurduğumuz formlarımızı alıp kağıtların en altına koydu ve başladı tekrardan bize form doldurmaya. E biz de dolmuşuz 8 gündür, turist muamelesi görmekten, aldık kağıtları elinden, bırak dedik ya, git işine. Hala arkamızdan bahşiş istiyordu. Bu arada bugün 25 dinar dedikleri bir malı 6 dinar’a aldım, pazarlığı bilen biri daha da ucuza alırdı belki de. Feribotta yine ilginç bir maç vardı, Türkiye-İtalya hazırlık maçı.

Sabah Trapani’ye inince ilk işim çay içmek oldu. Demlikle veriyorlar, iki fincan çıkıyor, ohh dünya varmış. Detaylı bir Sicilya haritası bulduk, çok faydalı bir eser, en azından adadaki tüm motor kiralama şirketleri ve mağazaların adres ve telefonları var. Benim arka balatam bitik, en yakındaki motor mağazası olan Yamaha’ya gittik ama sadece kendi parçalarını satıyorlar. BMW’yi sorduk, İngilizce bilmiyorlar, tarif edemediler. Bu arada ustabaşı olduğunu zannettiğimiz amca atladı arabasına ve takip etmemizi işaret etti. Adam işi gücü bırakıp bizi Trapani trafiğinde arabasıyla escortluk yaparak BMW’ye götürdü! İtalyanlar birşey sorduğumuzda arabalarından inip başlıyorlar İtalyanca tarif etmeye, hiç takmıyorlar valla

karşılarında kim olduğunu, kesemiyoruz lafı da. Gracia deyip devam ediyoruz. Villa San Giovanni’de de yaşlı bir amcaya otoban çıkışını sorduk, koşa koşa gitti, bindi scooter’ına, o önde biz peşinden şehir çıkışına kadar götürdü bizi sağolsun. Neyse servistekiler işi gücü bırakıp benim balatayı değiştirdiler, ben istemeden lastik havaları, zincir yağı vs. de baktılar. KTM’e de aynı muamele yapıldı. Güzel bir spagettiyi haketmiştik, siesta yine kapalı her yer, zar zor bir restoran bulup yedik. Marsala’dan Agrigitone’a geçtik. Geceyi yüksek ve soğuk Enna’da geçirdik. Çok şirin bir yer, eski binalar, küçük ve sempatik dükkanlar. Akşam yemeği yine makarnaydı. Bugün iki kaza gördük. Kavşakta 3 araba birbirine girmiş, hepsi ayrı bir tarafa savrulmuştu. Sonra da zincirleme bir kaza, 5 araba. Ee boşuna dememişler “Italians do it better”. Arabaların birçoğunda

sıyrık ve darbeler var. Yaptırmıyorlar da, nasıl olsa yarın yine tokuşuruz birileriyle falan diyorlar herhalde.
Bugün Messina’ya kadar giderek Sicilyayı tam bir tur atarak dönmüş olacağız. Çadırı toplayıp hızlı İtalyan kahvaltımızı yapıp yola çıktık. Bir süre sonra da Etna’yı gördük.Çok uzak, ama o da zaten çok büyük. Çok değil, yüksekliği 3323m ama çok geniş
bir dağ ve de en önemlisi uyuyan bir volkan. Zirvesine yakın bulutlar var ama bulutlardan farklı olarak da daha açık renkli bir duman, Etna’nın püskürttüğü gazlar. Uyuyor ve nefes alıyor. Eteklerindeki köy evlerinin duvarlarını lav taşlarını kullanarak yapmışlar. Burada da güzel yollar, arabalar ve evler var. Catania üzerinden Messina’ya gittik,

İtalya’ya geçip Cosenza’ya sürdük.
Bugün öğlene doğru Taranto’ya ulaştık. Karides soslu spagettilerimizi yedik. Turistik bölgeler haricinde fiyatlar Türkiye’deki gibi. İtalyan otoyollarında (autostrade) Autogrill adında zincir kafeler var. Yakın şehirlerde çalışanlar sabah buralarda ayaküstü börek-kruvasan türü şeyler atıştırıp kahve içiyorlar. İşleri 5 dk’da bitiyor, bu insanlar çok hızlı. Burada traş olanlar bile var. Oturacak yer yok ve birçok yerdeki gibi sigara yasak. Yolda radar varmış, bir tırcı bizi işaretle uyardı. 20km arayla iki çevirme noktası gördük, bir Ducati ve birkaç araba. Burada radar araçları yok, fotoğraf çekiyorlar. Brindisi’ye ulaşınca ilk iş feribot bileti aldık.

Sabah 6’da uyandırdılar. Igoumenitsa’ya yanaştık. Ayaz. Karlı dağ yamaçlarından ve zemini yer yer buz kaplı virajlı yollardan kıvrıla kıvrıla 6 saattte 160km yol alabildik. 190km daha gidip Selanik’e ulaştık. İlk iş olarak Atatürk’ün doğduğu evi ziyarete gittik. Türk Konsolosluğunun bahçesi içinde. Oradan da adresini daha önceden aldığımız KTM servisine. Ertesi sabah için randevu aldık ve yemeğimizi yiyip Selanik’i keşfe çıktık. Buradaki gece hayatı gerçekten müthiş. Kafeler ve barlar dopdolu, yollar bile.
Sabah 8’de servise teslim ettik motoru, adamları da gözümüz tuttu, 3 kişi koydular motorun başına, çok da ilgilendiler. Servisin sahibi Makis eski bir enduro yarışçısı, kupa ve madalyaları duvarda, Avrupa şampiyonasına bile katılmış ama kilolar ve yaşı

yarışmasına engel artık. İçimiz rahat motoru bıraktık. Karamanli caddesi sağlı sollu motosiklet dükkanlarıyla dolu, bırakın motosiklet markalarını, Nolan’ın, Michelin’in bile kendi mağazaları var. Alışveriş meraklısı kadınlar gibi akşama kadar dolaştık durduk, bir ara ayrılmışız farkında bile değiliz, yemek de yememişiz akşama kadar. Tüm motorcular 16:00 veya 17’de kapatıyorlar. Makis’in elemanları saat 18’e kadar çalıştılar motoru bitirebilmek için. İş bitince yemek için yer sorduk, 10dk beklerseniz götürürüz sizi dediler. Makis ve eşi Burgmanları ile önde, biz arkada bir restorana götürdüler bizi. Gelmişken beraber yiyelim dediler ve suvlaki ısmarladılar. Yolculuk boyunca yediğimiz en güzel yemekti, hesabı da ödetmediler. Oradan Nuri Bilge Ceylan adlı film yönetmeninin Türkiye resimleri sergisine gittik. Veysel’in rehberliğiyle tüm sergiyi gezdik, çok hoşlarına gitti. Sergide üniversitelilerle

tanıştık, saatlerce oturduk, sohbet ettik. Yunanistanda mıyız Türkiyede miyiz anlayamadık Kiminin dedesi Orduluymuş, kiminin ninesi Trabzon’dan gelmiş. Bizi evlerine davet ettiler o gece onlarda kaldık. Yolculuk boyunca Atina’dan sonra ikinci çadır harici konaklamamız.
Sabah Makis’e uğrayıp vedalaştık ve 180km’lik Kavala yoluna çıktık. Yunanistan’da yolun kenarında”kantina” dedikleri yiyecek içecek satan karavanlar var. Bunlardan birinin önünde bir GS1150 görüp durduk. Selanik’e gidiyormuş, lafladık biraz, suvlaki de yedik. Hesabı istedik, ödendi dediler, meğer GS’li ödemiş. Kavala güzel bir tatil şehri ve güzel kumsalları var. Sezon bitmiş, sadece yerli nüfus kalmış. Bir kafeye oturduk, sahibi geldi KTM620siyle. Herşeyini sökmüş motorun, sadece off-road yapıyor. Biz oradayken arkadaşları geldi, akşamüzeri binmek için sözleştiler. Kavala’dan çıkarken Konstantinoupolis 460km tabelasını gördük, Mimar Sinan’ın inşa ettiği su kemerinin altında. Yunanlılar Bodrum’u da bilmiyorlar mesela, Halikarnassos derseniz anlıyorlar. Kavala’dan sonra cazip birşey kalmadı ve 160km daha geçip İpsala’ya geldik. Karanlıkta gitmiştik ve çok soğuktu. Kamyoncular hemen etrafımızı sardılar, Tunus’tan geldiğimizi duyunca bazıları inanmadı, motorların kaç yaptığını bile sormayı unuttular, öyle şaşırdılar yani! Son kontrol kulübesine geldiğimizde “canınıza mı susadınız uleynn” diye bir ses duyduk. Kontrol memuru camı açmış bize bağırıyor, biraz lafladık, pasaportlara bakmadı bile. Meriç üzerindeki köprüde askerlerimizle resim çektik ve ülkemize geri döndük...
Çölde motora bindik, 6000 küsur km yol yaptık ve hiçbir kaza riskiyle karşılaşmadık. İki gece ve feribottaki konaklamalar dışında sürekli çadırda kaldık. Çadırla gitmenin psikolojisi çok başka, hadi gidip otelimde biraz istirahat edeyim diyemiyorsun. Yine mevsimden dolayı kamping yoktu ve çadırımızı ancak uygun bir yer bulup yatmadan önce kurabiliyorduk. Gün boyunca devriyedeki polisler gibiydik yani ama hiç şikayetimiz de olmadı.İyi insanlarla karşılaştık, sürekli yardım gördük. İşi gücü bırakıp eskortluk yapanlar, müşteriye yasak olan tuvaletin anahtarını verenler, kaldırımlara park etmemize izin veren ve motorlara göz-kulak olan polisler, bize hesap ödetmeyen üniversiteliler, evlerinde misafir edenler, servis adresi bulmak için bilgisayarda 45dk uğraşanlar, yol tarif etmek için aynı dili konuşamadığı halde koşturanlar…
Ve motorlarımız...Bizi hiç üzmediler, dördümüzün de asla unutamayacağı anıları paylaştık hep birlikte...
Giray Türker
Tel:0533 724 77 22
Veysel Bayam
Tel:0532 557 72 17
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder